LE TEMPS DU LOUP by Kadir Deniz

Michael Haneke’den Kurdun Günü(2003) ya da İnsan İnsanın Kurdudur 

     Kurdun Günü (Le Temps Du Loup) Michael Haneke’nin izlediğim ikinci filmi oldu. Yedinci Kıta (Der Siebente Kontinent) ile birlikte sadece bu iki filmi izleyerek, her ne kadar doğru olmama ihtimali olsa da, kendimce Haneke hakkında şu yargıya varıyorum, Haneke filmlerinde hiç bir soruya cevap vermiyor, aksine izleyicilerine üzerinde düşünmesi için çok derin sorular miras bırakıyor. Dediğim gibi Haneke üzerine detaylıca yorum yapmak için diğer filmlerini de izlemek yararlı olacaktır dolayısıyla ben bu yazımda kısaca Kurdun Günü üzerinde durmaya çalışacağım.

     Filmde öncelikle belirgin olan husus filmin uzun süre boyunca aile ekseninde dolaşması ve ardından ailenin sınırlarını genişleterek toplumsal bir duruma atıfta bulunmasıdır. Filmin en başında, tatilden dönen aile evlerini işgal edilmiş olarak bulurlar. Babanın işgalci aile tarafından öldürülmesinden sonra anne, genç kız ve küçük oğlan bir şekilde hayatlarını idame ettirmeye çalışırlar. Ancak ne yazık ki sebebini bilmediğimiz bir kıtlık ortamı ve bu kıtlıktan doğan bir kargaşa ortamı hüküm sürmektedir.

     Bence, Haneke bu filmde Thomas Hobbes’un meşhur tabiat hali (state of nature) tanımlamasına bir gönderme yapmak istemiştir. Hobbes’a göre tabiat hali (state of nature) aslında hiç yaşanmamıştır, o sadece devlet otoritesinden yoksun bir dünyanın veya devletsel bir yapılanmadan yoksun bir toplumun nasıl olabileceğini anlamaya yönelik bir tasavvurdan ibarettir. Böyle bir dünyada ya da toplumda kuşkusuz insanlar arası ilişkileri belirleyen temel faktör “korku” olacaktır. Bu korku öyle bir korku ki, Hobbes bu durumda insanın doğası gereği (human nature) ancak ölümde sona erebilecek, kalıcı ve bitmek bilmeyen bir güç elde etme arzusu baş gösterir. Herkesin herkesle çatışmaya meyilli olduğu ya da çatıştığı bu ortamda genel olarak bir güvensizlik ve istikrarsızlık hakimdir. Dolayısıyla, sosyal, ekonomik ya da siyasi oluşumlardan pek de bahsedemeyiz.  Eğer bu noktada filme bakacak olursak açıkça görülebilen bir durum var o da herhangi bir sosyal, siyasi ya da ekonomik bir sistemi Kurdun Günü’nde göremiyoruz. (Ki bence filmin ismiyle “İnsan insanın kurdudur.”  deyişindeki durumla filmdeki durum arasında bir bağ kurulmaya çalışılmıştır.) Kurdun Günü’nde klasik insanın isteklerinin sınırsızlığıyla kaynakların kıtlığı arasındaki zıtlık ve bu zıtlıktan doğan çatışma ortamı tıpkı Hobbes’un bahsettiği biçimde meydana geliyor. Bana göre tüm film bu durumu ortaya koymak üzerine planlanmış. Bu siyasi ekonomik ve sosyal sistemden yoksun durumun nasıl devam edeceği ise tamamen izleyicinin takdirine bırakılıyor. Bu bağlamda “tren” figürü bu karmaşık sistemsiz durumdan kaçışı simgeliyor. Ve bu trenin ne olduğu nereden gelip nereye gideceği hakkında herhangi bir bilgi verilmiyor. Bunu dinsel bir amaç olarak algılamak ya da sadece insanın kendisini rahatlatmaya yönelik bir ütopya olduğuna kanaat getirmek tamamen olaya nereden bakıldığıyla ilgilidir.

     Sosyal, ekonomik ve siyasi sistemden yoksunluk durumunu biraz açmak gerekirse, şu anda yaşadığımız dünyanın sınırlarını çizen, oyunun kurallarını belirleyen ve insanın hareket alanını şekillendiren bu üç temel sisteme tarihin her anında rastlarız. Öyle ki bu üç sistemi hiçbir şekilde birbirinden ayrı düşünemeyiz. Birisinde olacak değişim diğerlerindeki muhakkak değişimlerle sonuçlanacaktır. Çok belirgin olarak kapitalist ekonomi anlayışının yaygınlaşmasının siyasi sisteme ve sosyal hayata etkilerini örnek verebiliriz. Kurdun Günü filminde Haneke açıkça şu soruyu yöneltiyor: “Sen olsan nasıl bir sistem kurardın? Nasıl bir ekonomi? Nasıl bir siyaset? Nasıl bir sosyal hayat?” Elbette bu sorunun yanıtını açık bir şekilde verebilmek güç, fakat en azından şimdiki sistemden farklı sistemlerin insanlar tarafından uygulanmış olduğu gerçeğini ve farklı sistemlerin uygulanabilme olasılığını hatırlatması açısından yanıttan çok “soru”nun kendisi önem teşkil etmektedir.

     Elbette ki sorulan soru önemlidir ve film çok açık bir şekilde belli bir cevabı önermemekle birlikte, şu an içinde yaşadığımız sisteme bazı eleştiriler sunarak izleyicileri az da olsa yönlendirdiğini düşünüyorum. Film boyunca bazı sahnelerde özel mülkiyet üzerinde durulduğu ve üstü kapalı eleştirilerin getirildiği gözlemlenilebilecek durumlardır. Bence, Filmin en başında vuku bulan özel mülkiyetin işgali durumu, üstü kapalı bir biçimde özel mülkiyete yapılan bir eleştiridir. Evin yasal sahibi olan aile ile evi işgal eden aile arasında geçen tartışma sonucunda silahı elinde bulunduran aile güç yoluyla evin sahibi olmaya devam etmiştir, fakat bunun sonucunda bir insan ölmüştür. J. J. Rousseau der ki: “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘bu bana aittir’ diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hemcinslerine “bu sahtekâra kulak vermekten sakınınız, meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise hiç kimseye ait olmadığını unutursanız mahvolursunuz” diye haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice cinayetlerden, nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu!” Haneke bu sahnede ve belki de Benny’nin küçük bir kuşa sahip olma arzusuna ağırlık verdiği ve kuşun ölümüyle sonuçlanan sahnede şu mesajı vermeye çalışıyordu: “sahip olmak işe yaramaz.”. Elbette bu iki durumu farklı şekillerde açıklamak mümkündür. Örneğin çok basitçe birinci durumu barınma kaygısının açtığı panik, ikinci durumu da küçük mutsuz bir çocuğun, sonuçlarından bihaber, kendini mutlu etme arzusu ile açıklayabiliriz. Fakat benzer bir mülkiyet sorgulanmasını film süresince birkaç kez daha görebiliyoruz. Misal, trenin beklendiği bölgeye başka bir grup insan geldiğinde, filmin ana kadın karakteri daha iki gün önce oraya gelmiş olmasına rağmen, daha önceden oturup beklediği bir metrekarelik bir alana konuşlanan birisini görünce sinirle “Burası benim yerim.” diyebilmektedir ve “Nereden senin yerin oluyormuş?” sorusuna ise cevap verememektedir.
     Sonuç olarak, bu filmin bir sistem eleştirisi olduğunu söylemek pek adil değildir, ancak bazı noktalarda kapitalist sisteme göndermelere yaptığını iddia etmek çok da yanlış olmaz. Özünde izleyicisine “Nasıl bir sistem?” sorusunun cevabını aratmayı amaçlayan bu film sistemsiz bir yaşama halini gösterebilme yetisi açısından ele alınırsa daha adil bir eleştiri getirebileceği kanaatindeyim. Bu noktada da Haneke’nin tıpkı Yedinci Kıta’dakine benzer bir şekilde izleyicisinin hissetmesini istediği duyguları hissetirebildiğini ve bu konuda gayet başarılı olduğunu söylemek gerekir.
                                                                                              Kadir Deniz